Zaman. Ya çok hızlı geçer ya çok yavaş. Dertlerimize , yaşadıklarımıza, deneyimlerimize, acılarımıza göre ya yardım eder ya da kahreder. İnsan karşılaştığı her sorunu kendine göre yorumlayıp, basit meseleleri büyütüp, kendine acı çektirir . “Ben güçlüyüm” dese bile zamanı yenmeye çalışır. Zamanı şekilden şekile sokabilir, yönlendirebilir, uzatıp, kısaltabiliriz ama yenemeyiz. İşte tam burada kabullenme başlar, acılarımız alışkanlığa dönüşür. Yani birini sevip onun sizi sevmemesi, sizi aldatması, zamanınızı harcaması.. Tüm bunları neden fırsata çevirmek varken ruhen , kalben, fiziken kendimizi yıpratırız ki? Alamadığımız o sevgiyi bir çocuğa, bir sokak hayvanına, bir yaşlıya vererek verimli olmak varken ruhumuzu karanlığa neden iteriz? Saçma sapan iyilik senaryoları üretip “Bunu yapmak istemedi, böyle dedi ama onu demek istemedi.” gibi sözlerle sadece bir an için kendimizi rahatlatırız. Zamanı verimli kullanmak varken, kendimizi sevmek , özgürleştirmek varken neden bir başka insana yada eşyaya bağlı yaşarız? İnsanın kendinde başka kimse kendi yarasını saramaz. Ölüm, ayrılık, kayıp… Ölümleri huzura , ayrılıkları sevgiye, kayıpları özgürlüklere çevirmediğimiz sürece yaşadığımız hayatta, zaman, ne hızlı geçer ne verimli geçer ne de mutlu. Hayatı dar kalıplarda yaşamak, kuralları olmak, her şeyi planlı yaşamak kişiyi yıprattığı gibi onu tekdüze bir yaşama iter. Bu yaşam en büyük zaman kaybını yaratır.
Sevin ama sevilmediğinizde yılmayın. Dinleyin ama kendinizi yıpratmayın. Öncelikleriniz olsun ama kendinize. Bu hayatı dolu dolu yaşamak çok basittir. Her şeyi yokuşa süren onu zorlaştıran insanın kendisidir. İnsan önce kendi içinde ki hesapları kapatmalı ki zaman ona iyi gelsin. Ve insan akışına, zamana bıraktığı zaman yaşadığını anlayacak.